Direkt zum Hauptbereich

Suriye'deki Esad Rejiminin Sona Ermesinde Türkiye'nin Rolü Neydi? Hakan Fidan konusuyor

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, NTV canlı yayınında Seda Öğretir'in sorularını cevapladı.

Tarihi bir kırılma noktasından geçiyoruz. Evet, Suriye'de 61 yıllık Baas rejiminin çöktüğü, yeni bir sayfanın açıldığı bir dönemdeyiz. Neredeyse 14 yıllık iç savaşın ardından Esad rejiminin sadece 10 günde yıkıldığına tanıklık ettik. Bugün çok önemli bir konuğumuz var. Bu isim, 14 yıl içindeki en kritik aşamalarda ve hayati kararlarda bizzat rol almış birisi. Kendisi, istihbarat başkanlığı döneminde uluslararası koalisyonun kuruluşundan DEAŞ ve PKK ile mücadeleye, Astana sürecinden bugünkü siyasi sürecin teşvikine kadar her aşamada görev almış bir isim. Dışişleri Bakanlığı döneminde ise, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Milli Savunma Bakanlığı ile yakın bir eşgüdüm içinde Suriye dosyasını çalıştı. İdlib'den Şam'a kadar uzanan bu sürecin de birebir aktörlerinden biri. Şimdi ise, yeni dönemde neler olacağını herkes merak ediyor ve bu konu oldukça önemli. Bugün, Suriye'deki yeni yönetimin nasıl şekilleneceğini, bu yönetim için topraklarındaki güç dengelerinin nasıl olacağı, olası senaryoları ve İsrail'in saldırılarını konuşacağız. Tüm bunları Sayın Hakan Fidan ile detaylıca ele alacağız. Hoş geldiniz, teşekkür ediyorum.

Dilerseniz, önce bugünü daha iyi anlayabilmek için bir zaman tüneline çıkalım ve 2011 yılına gidelim, çünkü iç savaşın başladığı tarih burası. Türkiye o dönemde bu sürece nasıl dahil oldu, hangi aktörler vardı ve saha nasıldı, bunları konuşalım. Teşekkür ediyorum.

Tabii, yaklaşık 14 yıl oldu, uzun bir süre. Sürecin başından beri içindeyim, yani o kadar çok şey var ki, nereden başlayalım, neyi anlatalım, nasıl anlatalım? İç savaş 2011'de başladı, evet. Suriye o dönemde, bölgede yaşanan Arap Baharı'ndan kaynaklı iç karışıklıkların tavan yaptığı bir andı. Gerçekten Suriye halkı, yanlış yönetimden kaynaklanan ezikliklerini, eksikliklerini ve baskıyı bir nevi protesto etti ve iç savaş başladı. Tabii bu iç savaş, hemen yanı başımızda olduğu için, Türkiye olarak hem terörizme karşı hem diğer karışıklıklara karşı, hem de göçe karşı bir refleks geliştirmemiz gerekiyordu. Devletimiz, krizin başından beri bütün organlarıyla bu krizi çok yakından takip etti. Seda Hanım, bunu öncelikle belirtmemiz lazım. Bu tür karmaşık ve stratejik, çok aktörlü konularda devlet, bütün organlarıyla durumu izler, fazla ses çıkarmaz ama çok dikkatle takip eder ve karar alma mekanizmalarını kurar. Sayın Başbakanımızın başbakanlığı döneminden itibaren başlayan bir konuydu bu. O zamanki MGK’da, ardından kabine toplantılarında, 14 yıl boyunca bu konu her zaman MGK ve Bakanlar Kurulu’nda vardı. Ben, herhalde Sayın Cumhurbaşkanımızdan sonra MGK’ya en uzun süre katılan kişi olarak, bütün bu süreci çok yakından hatırlıyorum. Bu konu, çok yakından bütün kurumlarla birlikte takip edildi. Gerçekten, Cumhurbaşkanımızın önderliğinde, çok nitelikli kamu görevlileri ve siyasetçilerle bu konunun üstesinden geldik. Bu konu, çok katmanlı bir konu. Mesela terörle mücadele; PKK ile mücadelesi var, DEAŞ’la mücadelesi var. Jeostratejik mücadele var, yani Amerika var, Avrupa ülkelerinin bir kısmı var, Rusya var, İran var. İsrail bir taraftan saldırıyor. Yani 14 yıl boyunca...

Bu kadar kapsamlı ve karmaşık bir konuyu, devletimize ve milletimize en az hasarla nasıl atlatırız, bu süreçleri nasıl planlarız? Oradaki aktörlerin tavırlarını ve hareketlerini nasıl okuruz? Nasıl karşı tedbirler geliştiririz? Diplomatik tedbirlerimizi, gerektiğinde askeri tedbirlerimizi nasıl uygularız? Gerçekten çok yoğun bir mesai gerektirdi. Çok yakından takip ettik. Sayın Başbakanımız o dönemde başbakandı, Cumhurbaşkanımız ise hem başbakanken hem de Cumhurbaşkanı iken siyasi iradenin kaynağıydı. Her zaman için bu meselenin arkasında durdu, Suriye halkının arkasında durdu. Zaten oradan aldığımız güçle, biz de profesyonelce bütün metotları geliştirerek bu krizi, hem uluslararası ortaklarımızla hem de yerel ortaklarımızla yürütmeye çalıştık.

Biz bu sorunla karşılaştığımızda, Seda Hanım, niyetimiz ve politikamız belliydi. Biz, sorundan önce de Suriye halkının iyiliğini istiyorduk. O yüzden Esad yönetimiyle iyi bir ilişki başlatılmıştı. Sorundan sonra da Suriye halkının çıkarına ne olursa, hep böyle yaklaştık. Bu yaklaşımımız nedeniyle, aslında ilk başta zarar ediyor gibi gözükse de, uzun vadede çok şükür, bugün olduğu gibi, daha iyi bir noktaya gelinmesi mümkün olabiliyor. Bütün dünya bunu gördü. Bölgesel bazı aktörlerin ve küresel bazı aktörlerin çıkar hesaplarıyla, Suriye halkının bütünlüğünü ve hayatını hiçe sayarak, jeostratejik ve mekanik kararlar alması, aslında kısa vadede fayda getiriyor gibi gözükse de, uzun vadede bir problem alanı olarak onlar için de bölge içinde ortaya çıkıyor. Zaman zaman çok karamsar noktalara geldiğimiz anlar oldu, örneğin Halep’in düşmesi...

Bir takım kuşatmaların yaşanması, daha sonra başlattığımız Astana süreçleriyle birlikte, İdlib’e çekilmemiz ve diğer tüm bu süreçlerde çok kritik stratejik kararlar alınması gerekti. Ardından terörle mücadelede başlatılan ciddi operasyonlar oldu. Belki birazdan konuşuruz, 2016’dan itibaren Fırat Kalkanı Harekatı, 2018’de Barış Pınarı ve 2019’da Zeytin Dalı. Bunların hepsi ardı ardına, gerçekten hem muhalif dost unsurlarla hem de Silahlı Kuvvetlerimizle birlikte yürütülen operasyonlar oldu. Türkiye, bu süreç içerisinde hem terörle mücadelesini en iyi şekilde yaptı hem de bölgedeki rakipleriyle, fakat küresel manada müttefik olmak zorunda olduğu Rusya, Amerika, İran gibi aktörlerle de bir ilişki tarzı geliştirdi. Bu ilişki, aslında kimsenin tam olarak anlayamadığı bir ilişki biçimiydi.

Tabii ki bunlar, ilgilenen aktörlerin yakından baktığı, ayrı ayrı tahlile muhtaç konular. Ama zaman oldukça, belki detaylıca tartışırız. Peki, bu süre içinde, bugün önemli bir rol üstlenen Suriye Milli Ordusu’nun nasıl kurulduğuna da belki bakmak gerekir. Çünkü burada Türkiye’nin tavrı, başından itibaren değişmedi. Pek çok ülke desteğini çekti, ancak Türkiye’nin o konudaki tavrı netti ve bunun nasıl bir faydası olduğunu değerlendirmek önemli. Şöyle ki, Suriye halkı, krizin ilk başladığı andan itibaren, yani iç savaşın 2011 Mart’ında başlamasından yaz dönemine kadar kendini örgütlemeye başladı. İlk önce Özgür Suriye Ordusu’nu kurdular, kuzeydeki unsurlar, daha sonra 2016’ya kadar...

Özgür Suriye Ordusu faaliyetini sürdürdü ve altında çeşitli gruplar vardı. Astana süreci başladıktan sonra, Halep boşaltıldıktan sonra, 2017’de, o zamana kadar Suriye’nin Dostları Platformu vardı. Bu platform, Ortadoğu’dan, Avrupa’dan ve Amerika’dan aktörlerin bulunduğu bir oluşumdu ve Suriye muhalefetinin her zaman yanında olmuştu, uluslararası arenada. Ancak bir müddet sonra, özellikle 2016’dan sonra, Amerika’nın bir fikir değişikliğiyle birlikte, hem bölgedeki bazı aktörler hem de Avrupalı aktörler alandaki stratejilerini değiştirdiler. Muhalefetin aktif desteklenmesinden, DEAŞ’la mücadeleye kaydırdılar. Tabii bu, daha sonra onlar için inanılmaz derecede jeostratejik problemler ortaya çıkardı. Başka yerlerde de etkilerini gördüler. Ben burada detayına girmek istemiyorum ama onlarla baş başa olduğumda, söylediklerinde hiçbir şeyleri yoktu. O zaman da söylemiştik: "Siz burada bu adımı atarsanız, Ruslar bunu okurlar ve başka bir yerde başka adımlar atarlar. Kurtulamazsınız bundan." Ama dar görüşlülük zaten çaresi olan bir hastalık değil, maalesef dinlemediler. Şimdi ise başka bir yerde, daha büyük bir problemle baş başalar. O dönemde, Suriye Özgür Suriye Ordusu, Suriye Milli Ordusu'na dönüştürüldü ve Türkiye...

Cumhurbaşkanımızın aldığı kritik bir kararla, "Suriye halkının yanındayız" dedi. Bütün dünya terk etti, ama biz yanlarında olduk. Suriye Milli Ordusu neden önemli, Seda Hanım? Biraz da bunu açıklamak gerek, kamuoyunu bilgilendirmek için. Bizim için iki önemli husus var. Şimdi, biz Suriye’deki iç savaştan dolayı milyonlarca insanın evini terk etmesinden ötürü onlara ev sahipliği yaptık. Bu sayı artabilir. Suriye ordusunun ve dost unsurların hakimiyeti altındaki bölgelerde 5 milyon Suriyeli kardeşimiz yaşıyordu. Eğer Suriye Milli Ordusu desteklenmeseydi, onların haklarını alanda savunmasaydık, Astana süreçlerinde veya Astana dışındaki ikili ve üçlü süreçlerde, Ruslarla ve İranlılarla devam eden görüşmelerde oradaki muhalefetin haklarını korumak uğruna, bütün bunlar yapılmasaydı, Suriye muhalefeti yok edilmekle kalmazdı, milyonlarca ilave mülteci Türkiye'ye gelirdi. Yani Türk halkı, bütün asaletiyle, vakarıyla, ekmeğini paylaştı ve sabırla 10 yıldan fazla süredir kardeşlerine ev sahipliği yaptı. Ama bu yük daha da artabilir. Onun için bizim bir stratejimizin parçası olarak, sürekli Suriyelilerin gözetiminde devam eden bir yapılanmanın olması gerekiyordu.

Ama dediğim gibi, belli bir süre sonra bunların hepsini Batı ve Doğu ülkeleri terk etti. Biz Türkiye olarak, Suriye halkının ve Suriye muhalefetinin yanında durmaya devam ettik. Astana süreci de bir anlamda burada başladı. Bu süreç, fevkalade önemli bir süreçti. Masada, Suriye’nin krizlerine çözüm bulmayı amaçlayan bir süreçti. Rejimiyle, muhalefetiyle bir masa kuralım, Suriye’nin bütün insanlarının işine yarayacak bir çözüm getirelim ve bundan sonra bölgede istikrarsızlık kalksın, Suriye’de de milyonlarca insan huzur ve sükûnet içinde hayatlarına devam etsinler diye düşündük. Fakat rejim bunu istemedi, maalesef. Uluslararası toplum da bu noktada fazla baskı yapmadı. Ancak geldiğimiz noktada, Türkiye’nin stratejik sabrı, aldığı insani ve tarihi kararlar, bizi bugüne getirdi.

Bu arada, Türkiye PKK ile mücadele ederken ve Suriye’de PKK ile mücadele ederken, içeride de terörle mücadelesini sürdürdü. 2013’te DEAŞ’ın Reyhanlı saldırısı oldu, 2014’te ise FETÖ’nün MİT tırları kumpası gerçekleşti. Bu olaylar, Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl etkiledi? Tabii, o dönemde Türkiye’de muhalefet, Suriye muhalefetiyle özel ilişkiler yürütüyordu. Ayrıca, gerekli mevzuat çerçevesinde, gerekli talimatlar verilmiş olan Milli İstihbarat Teşkilatı da bu süreçte aktif rol oynuyordu. Türkiye’nin içindeki emperyalist güçlerin hizmetçileri, özellikle FETÖ, bu süreci iyi biliyorlardı. Bu kişiler, uluslararası çevreleri memnun etmek adına, MİT tırlarının Türkmenlere yardım götürdüğü ve DEAŞ’a silah gönderdiği propagandasını yaparak, Batı’ya bu şekilde servis ettiler. Böylece Batı’dan ve uluslararası kamuoyundan destek almayı, Türkiye’deki iktidarı korsan bir şekilde ele geçirme operasyonuna alet etmeye çalıştılar. Bunun için de maalesef, Jandarma Komutanlığı içerisindeki FETÖ’cü teröristler rol aldılar. Sonrasında, bu kişiler hem teşkilat tarafından hem de emniyet güçlerimiz tarafından tespit edilip hapse atıldılar; bir kısmı da kaçtı.

Ama Suriye meselesi, hatırlattığınız gibi, sadece Suriye sahasında değil, Türkiye içinde de fiili ve siyasi mücadelesini verdiğimiz bir konu oldu. Ancak tekrar ediyorum, bütün bu zorluklardan hiç çekinmeden, bıkmadan, usanmadan, korkmadan, aynı istikamette, ayağını sağlam basarak, dimdik duran Cumhurbaşkanımız, siyasi iradenin kaynağı olarak, her zaman için bu meselenin haklı tarafında olduğumuzu düşündüğümüz için geri adım atmadık. Çünkü biz haklıyız; sadece insani değerler ve İslami değerler açısından değil, aynı zamanda strateji olarak da, alanı okuma olarak da, hem tarihiyle, hem bugünüyle hem geleceğiyle aktörlerin durduğu yerleri, niyetlerini, yapmak istediklerini ve gitmek istedikleri yerleri bilerek bu süreci yürüttük.

Eee, bu kararları aldık ve mücadelemize devam ettik. Aslında, gerek Suriye gerekse Türkiye’de yaşananlar, Türkiye'nin yakın tarihinde bağımsızlık mücadelesinden nasıl geçtiğinin de bir serencamıdır. Şimdi, aktörleri çok iyi okuduğumuz için bu kararları aldık, dediniz. Hemen akla şu geliyor: Cumhurbaşkanı Sayın Cumhurbaşkanının da Esad’a yönelik çağrıları oldu son dönemde. Benim hatırladığım kadarıyla, bir kez Esad’a çağrıda bulundu ve karşılık görmedi Esad tarafından. Bu Cumhurbaşkanı, o dönemde bu çağrıları yaparken, bugünü, az önce dediğiniz gibi, okuyabiliyor muydu, öngörüyor muydu, yoksa biliyor muydu? O döneme bakınca, o çağrıların yapıldığı dönemde Türkiye hangi riskleri görüyordu? Şöyle, biz şunu görüyorduk: Rejim artık bitmek üzereydi. Bizim anlayamadığımız, daha doğrusu anlayıp da kabul etmek istemediğimiz konu şuydu: Bu kadar veri varken, rejimin ekonomisi çökmüş, kurumları çalışmıyor, halkına temel hizmetleri götüremiyor, halk temel ihtiyaçlardan mahrum, milyonlarca insan zaten yerinden edilmiş, ekonomi ve diğer faktörler de yetersiz. Bununla ilgili başlatılan süreçlere rejim arkasını dönmüş durumdaydı. Yani bizim niyetimiz, "Beşar Esad gitsin" demek değil, bizim niyetimiz, Suriye’de, Suriye halkının tamamını mutlu eden, birliğini, bütünlüğünü ve güvenliğini sağlayan, başka ülkeler için tehdit üretmeyen, terör başta olmak üzere, bir Suriye’nin ortaya çıkmasıydı. Şimdi, Ruslarla ve İranlılarla yürütülen süreçte biz bunu defaatle dile getirdik, ama bir taraftan baktık ki, durum gerçekten çok kötüydü o esnada.

Ya, biz bunları tabii Cumhurbaşkanımıza hep raporluyoruz. Cumhurbaşkanımız da en üst düzeyden elini uzattı ve dedi ki: "Gel, bu sorunu çözelim." Bu kriz beklemeye gelecek bir kriz değil, çünkü artık görüyoruz verileri. Yani, insan, bakın Seda Hanım, biz hep şunu gördük, başka yerlerde de görüyoruz. Şimdi rejim sıcak savaşın içindeyken, muhaliflerle karşı karşıya, yani kendi eksikliklerini görecek durumda değildi, çünkü yüksek bir adrenalinle savaşıyor, bir savaş psikolojisi içerisinde. Ne kadar yaralı ve eksikliği olduğunu bilmiyorum. Ben o zaman da arkadaşlara diyordum zaman zaman: "Bu, yani ateşkes, Halep boşaltmaları vesaire olurken çok üzülen muhalif arkadaşlar vardı. Ben diyordum, sabredin, sabredin, rejim kendi eksiklikleriyle baş başa kalacak. O zaman asıl şey ortaya çıkacak." Şimdi savaşın olmadığı, çatışmanın olmadığı bir ortamda, yani 2016’dan sonraki süreyi bahsediyorum, uzun yıllar boyunca rejim savaş dönemindeki iç savaş dönemindeki o adrenalin olmadan, kendi eksikliklerini gördü. Aslında bu bir fırsattı. Yani bunu gidermek için çalışabilir veya bu yara giderek kangrene dönüşüp onu öldürebilirdi. Şimdi bir noktadan sonra o fırsat kaçtı. O fırsat da kaçtı. Yani kendilerine gerçekten büyük bir samimiyetle yaklaştık.

Eee, ama bir şekilde de hiçbir şekilde bu konuyu konuşmak istemediler. Daha doğrusu, bizim ne konuşacağımızı biliyorlardı. Biz kendimiz için bir şey istemedik. Ben hani bunu ekranlardan da söylüyordum, uluslararası toplantılarda da söylüyordum: Türkiye’nin şartı ne? Türkiye’nin bir şartı yoktu. Türkiye’nin şart diye ortaya koyduğu şey, muhalefet. Yani, kendi halkına barış, milyonlarca insanı al, evine yuvasına geri dönmesine izin ver. Başka bir şey yok. Yani, insani bir şey istiyoruz. Biz kendimiz için, "Bize PKK’sı ver, doğalgaz ver, şu kadar toprak ver, üs ver" gibi bir şey istemiyoruz. Fakat rejim, maalesef kendi halkını düşman olarak gördüğü için, bu konuşmaya bile girmedi. "Ben af ilan ediyorum, gelen gelsin, gelmeyenin hiç umurunda değil" dedi. Çünkü rejim, karar alma noktasında, onu daha önce defaatle de söyledim, Seda Hanım, yalnız değildi. Yani, tek başına bu kararları alabilen bir durumda değildi. Farklı stratejik hesapları ve öncelikleri olan iki büyük gücün, Rusya’nın ve İran’ın etkisi altındaydı. Böyle bir paralize olma durumu vardı ve bugünkü aşamaya geldik. O kadar etkisi altındaydı, lakin son zamanlarında da o destek çekildi.

O iki ülke tarafından, peki, rejim çöktüğü gece, aslında tarihi bir geceydi. Ve siz de Doha Forum’undaydınız. Doha’da neler yaşandı? O masadakiler, Esad’ın gideceğini biliyor muydu o akşam? Şimdi, esas itibariyle, ilk harekât başladığında, heyetü tahri Şam tarafından, yani bizim şöyle bir okumamız vardı: Biz bu süreci 2015’te de yaşamıştık, 2016’da da yaşamıştık. Yani, muhalifler, hamaya kadar geldikleri bir an vardı. Ama, İran’ın güçlerini kullanmasıyla, Rusların ağır silah kullanmasıyla, muhalifler maalesef o dönemde çok gerilemek zorunda kaldılar. Daha sonra biz araya girdik, ateşkes anlaşmalarını yaptık. Uzun günler sürdü ateşkes anlaşmaları, yani çok uykusuz gecemiz oldu. Daha sonra Astana süreci başladı. Şimdi, o süreçleri bildiğimiz için, aslında son 2-3 yıldır rejim çok zayıftı, yani gerçekten. Şu anda, hani muhalefet, Halep’e neredeyse silah atılmadan girdi, belli yerlerde nisbi direnişler oldu ama bunun sebebi şu: Rejim çok zayıf. Biz, almanın bir problem olmayacağını zaten askeri istihbari değerlendirmelerimizde görüyorduk. Önceki dönemde de ama böyle bir durum karşısında, Rusların ve İranlıların 2016’da yaptıkları tepkiyi tekrar etmesi durumunda...

Bu sefer daha fazla bir kan dökümü ve yerinden edilme riskiyle karşı karşıya kalabilirdi Suriye halkı. Dolayısıyla, başarısız olsa da çok meyve vermesi de Astana süreciyle biz yolumuza devam edelim, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının 2254 sayılı kararı etrafında bir şeyler yapmaya çalışalım konusunu hep Cumhurbaşkanımız bu hattı tuttu. Şimdi, yalnız bu harekât başladığında, işte tam da bu anlattığım sebeplerden dolayı yapılması gereken en kritik konu, Ruslarla ve İranlılarla konuşup askeri olarak denkleme girmemeleri. Bu hızlı ilerleyişi de buna mı bağlıyorsunuz? Yani, Ruslar ve İranlılarla görüşmelerimiz işte o hafta, o bir hafta... Bunun özeti: Onlar artık anladılar. Yani bizlerle İran Dışişleri Bakanı geldi, sonra Doha’da hem Ruslarla hem İranlılarla bir araya geldik ve bazı konuları konuştuk. Yani burada her şeyi konuşmak istemiyorum. Ama bir noktadan sonra onlar da artık telefon ettiler. O akşam da Esad gitti. Hı hı. Yani, o anlamda Halep’ten başlayıp Şam’da biten yürüyüşün muhaliflerin bu kadar kısa sürede olmasının sebebi de aslında arka planda yapılan konuşmalar ve az evvel dediğiniz, İran ve Rus etkisinde çok kalan zamanında Esad rejiminin son anda bu iki güçten desteğini görememesi. Tabii, eğer destek görseydi, muhaliflerin azmiyle belki tekrar bir zafere ulaşabilirlerdi, ulaşırdılar muhakkak, ama bu çok uzun zaman alırdı ve kanlı olabilirdi. Ama Ruslar ve İranlılar baktılar, bir anlamı yok bunun artık. Onu çok net söyledik: Bir anlamı yok. Yani hem üstüne yatırım yaptıkları adam, yatırım yapılacak bir adam değil, hem de bölgedeki şartlar artık eski şartlar değil, küresel şartlar eski şartlar değil. Artık bundan daha fazla bu şekilde devam etmenin bir anlamı yok. Daha fazla zararın bir tarafından dönmeleri gerekiyordu, daha fazla insan öldürmenin, sivil yerleşim yerlerini bombalamanın anlamı yoktu. Ruslara dedik: "Sivil yerleşim yerlerini bombayan, insanları daha fazla katletmeyin, göç etmelerine sebep olmayın.

Yani, bu muhalefetin tabii üstün cesareti, şecaati ve kararlılığıyla ilerleyen bir harekât oldu. Ama biz buradan, minimum can kaybı olması için, buranın iki tane önemli kinetik güç kullanabilecek aktörüyle odaklı görüşmeler sürdürerek, bunun kansız bir şekilde olmasını yolunu açtık. Şimdi, muhaliflerin kararlılığının altını çizdiniz. Muhaliflerin, Şam’ı ele geçirme, ele geçirdikten sonra devlet kurumlarının işlerliğiyle ilgili de bir kararlılık aslında gösterdiğini söyleyebiliriz. O anlamda, hızlı ve önemli bazı adımlar atıldı, işte hemen başbakanın atanması gibi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdi, şöyle ifade etmek lazım, halkımız bilmeyebilir: Yani muhalif gruplar, az önce ifade ettiğim gibi, 5 milyon Suriyeli'yi zaten yönetiyorlardı. Muhaliflerin kontrol ettiği topraklarda, sadece İdlib’de, Heyet Tahrir Şam’ın yönettiği İdlib’te 4 milyon Suriyeli kardeşimiz vardı. 4 milyon Suriyeliye geçtiğimiz 5-6 yıl içerisinde belediyecilik hizmetleri, eğitim hizmetleri, temel hizmetler, ulaşım, birçok konuda hizmet verme konusunda bir tecrübeleri oldu. Yani, 4 milyon nüfus, birçok ülkenin nüfusuna eşit bir nüfus, Avrupa’da özellikle. Şimdi, bu tecrübeyi aslında biz çok hızlı bir şekilde Şam’a yansıttıklarını görüyoruz.

Yaptığımız konuşmalardan da biliyoruz, muhalefet, temel problemin halkın ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu söylüyor. Yani, çöplerden bahsediyorlar, halkın gıda ihtiyacından, elektrik sorunundan, temel yaşam meseleleriyle ilgili sorunlardan bahsediyorlar. Yani, bunların karşılanmasının asli ve öncelikli yükümlülükleri olduğunun farkındalar. Bu gerçekten çok umut verici bir şey. Yani, bu dışarıdan örgüt diye nitelendirip bir köşeye atılacak bir şey değil. Yani, bunlar İdlib’de yürüttükleri faaliyetlerin aynısını hızlıca Şam’a taşıdılar. Tabii, ülke geneline yaygınlaştırmayı lazım. Yani, İdlib örneğini ülke geneline yaygınlaştırmayı, tabii temel hizmetleri dağıtmadan. Ama bu daha sonra, bu ilk aşamadaki refleks. Ben inanıyorum ki sonraki aşamalarda, bunlar daha kapsamlı, daha kucaklayıcı hükümetler kurarak, şu anda iflas etmiş olan bürokrasiyi daha da ayağa kaldırarak, kamu hizmetlerinde bir nitelik artışına muhakkak gidilecektir. Ama öncelikli olarak, tabii ki ülkede bütünlüğün sağlanması gerekiyor. Hassas bir dönem, hassas bir dönem. Dolayısıyla, şu anda bizim için çok yoğun bir mesai başlıyor tekrar. Hiç bitmedi mesai de ama mesainin türü değişiyor, hedefleri de farklı. Şu andaki yeni dönemdeki hedefimiz, uluslararası toplumu ve bölgesel aktörleri, Suriye halkına, Şam’da yeni kurulan yönetime destek vermeye, sahip çıkmaya ikna edip, onlarla beraber Suriye’de istikrarı tekrar getirmek. Peki, bu süreçte, eğer dikkatli olunmazsa, Suriye sahasında bir yeni güç ve nüfus mücadelesi alanına dönüşür mü? Suriye sahasında böyle bir risk var mı? Şöyle, bu risk her zaman için var. Bu risk her zaman için var.

Onun için yapıcı davranmak gerekiyor. Suriye halkı, Suriye muhalefeti, Esad dönemindeki hataları tekrar etmek istemiyor. Ama belli enstrümanları dışarıdan kullanarak, belli karıştırma mekanizmalarının hayata geçirilmesi, tabii ki istenmeyen durumlara sebep olabilir. Biz bu konuda gerçekten çok duyarlıyız. Hem bu konuların önceden kim tarafından nasıl çıkarılabileceğini düşünüp, ondan sonra gereken diplomatik adımları atmak gerekiyor. Olmadığı zaman ise, diğer istihbari ve operasyonel adımları atmak gerekiyor. Yani burada şunun altını çizmek lazım: Gerçekten Suriye muhalefetinin hayat bulmasında ve kendi kendilerini zaten organize etmiş durumdalar da, burada Milli İstihbarat Teşkilatı'nın, oradaki yani ismini gerçekten veremeyeceğimiz çok nitelikli arkadaşlar, çok vatansever arkadaşlar var. Onların faaliyetleri, silahlı kuvvetlerdeki özellikle üç harekâtta görev almış, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekâtındaki görev almış, arazideki özel kuvvetlerden diğer piyade unsurlarına kadar... Şimdi bir kısmı emekli olmuş generallerin hakları ödenmez. Yani bu insanlar, şimdi de canla başla çalışıyorlar. Kademeli Milli İstihbarat Teşkilatı daha ön alıcı, arazide konuları görüyor, silahlı kuvvetler daha kurumsal, yayılmış durumda, herhangi bir kinetik saldırıya karşı sürekli alarmda ve alanı tahkim ediyor, caydırıcılığı muhafaza ediyor. Bunlar ancak büyük devletlerin uygulayabileceği katmanlı stratejilerdir. Bunları uygulamadığı zaman, her türlü kriz gelir ve sizi içeride bulur. Bakın...

Cumhurbaşkanımızın son 10 yılda değiştirdiği en büyük stratejik parametre, tehdidi Türkiye'de beklemek değil, tehdit kimden geliyorsa oraya gitmekti. Tehdit hiçbir zaman siyah beyaz olmuyor, her zaman çok katmanlı, gri, karmaşık ve kompleks bir hal alabiliyor. Bunları o şekilde anlayıp cevap vermek gerekiyor. Onun için bunu da ayrıca ifade etmek istedim.

Şimdi, sizin Doha'da rejim düştükten sonra yaptığınız basın toplantısında verdiğiniz mesajlar çok önemliydi ve dikkatle takip edildi. Bazı çağrılarınızı, işte kapsayıcılık dediniz, azınlıklara saygı dediniz, hoşgörü dediniz, intikam peşinde koşmama dediniz. Bütün bu mesajlar çok önemliydi. Farklı dini, etnik ve grupların sulh içinde yaşadığı yeni bir Suriye'nin olmasından yanayız, böyle olmasını bekliyoruz dediniz. Şimdi bu noktada, HTŞ bilası geçmişinden bahisle durumdan kaygılanan Batılı analistler var. Bu endişeler için ne diyorsunuz?

Ben, belli endişelerin olmasını son derece normal karşılıyorum. Yani maksatlı olarak endişe üretenler var, bu her zaman olur. Ama maksatsız endişe sahiplerini haklı buluyorum, bu endişelerin giderilmesi lazım. Onun için biz ilk günden itibaren, bütün bu kapsamlı diplomatik çabayı geliştirirken ve arazideki arkadaşlarla da sürekli koordine ederken, konuyu iki tane riskli alan olarak görmüştük. Bu riskli alanlardan birincisi, Rusya'nın ve İran'ın askeri güç kullanması, ikincisi ise bölge ülkelerinin bu yürüyüşü büyük bir tehdit olarak görüp farklı bir tavır geliştirmesi, dünya kamuoyunun farklı şekilde tecelli etmesi.

Burada hemen, Doha'da gerçekleştirdiğimiz önemli toplantılardan biri de Arap Ligi ile yaptığımız toplantıydı. Arap Ligi ülkeleriyle Astana platformunu bir araya getirdik. Ondan sonra, bütün ülkelerdeki arkadaşlarla ayrı ayrı konuştuk. Arap Ligi gitmeden önce, harekât ilk başladığında, Halep düştükten sonra bütün Arap ülkeleri dışişleri bakanlarıyla ayrı ayrı görüştüm.


Arap Ligi Genel Sekreteriyle görüşmemiz sürekli olarak tekrarlandı. Ne yapmamız gerektiğine dair anlayış birliği içinde olmamız gerektiğini konuştuk. Bu konuda ortak bir yaklaşım sergileyebilirsek, ortak tavır alabiliriz. Dostlarımızla güven ilişkisi kurduk ve kabul ettiler. Şu anda esas olarak ciddi bir karşı duruşla karşılaşmadık. 

Dünyada, ilk gün söylediğimiz parametreler kabul edilmiş durumda. Biz şunu diyoruz: Bu insanlarla ilgili her türlü endişemiz olabilir, belirsizlikler olabilir. Biz bunları tanıyoruz, kimse onlar kadar tanımıyor. Hakkında çok fazla söylenti var. Ama biz diyoruz ki, uluslararası toplum olarak Suriye muhalefetinin şu anda iktidara gelen yeni yönetiminden ne beklediğimizi ifade edelim. Biz terörizmin olmadığı bir Suriye istiyoruz; PKK ve DEAŞ’a yer verilmemesini, azınlıkların, Kürtlerin, Alevilerin, Türkmenlerin ve Yezidilerin kötü muamele görmemesini istiyoruz. Temel ihtiyaçların karşılandığı, kimsenin kitle imha silahlarıyla birbirinin işine karışmadığı, bölge ülkelerine tehdit üretmeyen, başka ülkelerin işlerine müdahale etmeyen, aynı zamanda ülkenin birliği ve bütünlüğü sağlanan, kapsayıcı bir hükümet yapısı istiyoruz. Bunda herkes hemfikir ve biz insanları bu konuda aynı noktaya getirdik. 

Şu anda Şam’daki yönetime bunları iletiyoruz: "Hem Türkiye'nin, hem bölgenin hem de dünyanın sizden beklentisi bu. Bunu yaptığınızda Avrupa, bütünlüğün sağlandığı, can güvenliğinin olduğu bir Suriye'de insanların geri döneceğini görecektir. Bölge ülkeleri de artık daha fazla terörizme ve kaosa yer verilmeyen bir yer görmek istiyor." Bizim görevimiz ve onların da sınavı bu endişeleri gidermek. Bu endişeleri dostlarımızdan aldık ve Şam’daki yönetime iletiyoruz. Onlardan gerekli adımları atmalarını bekliyoruz. Şimdi, kitlesel imha silahları ve azınlıklara zarar verilmemesi gibi konularla ilgili rejimden duyurular yapıldı ve bu duyurular alandaki aktivitelerle örtüşüyor. Uluslararası güven artıyor. Ancak bazı ülkelerde hala endişeler devam ediyor; bazı ülkelerin alarm seviyesi yüksek, bazılarınki ise daha düşük. Yapıcı bir diyalogla bu sorunu bölge ülkeleriyle çözme yönünde hareket etmemiz gerekiyor. Suriye meselesini diğer konulardan farklı olarak birlikte sahiplenmeliyiz ve iyi bir şekilde, mutlu bir sonla sonlandırmalıyız. Bu, bölge için yeni bir aşama, bir ilerleme olacaktır.

Bu konuda çalışmalarımız devam ediyor. Bugün, Şam büyükelçiliğimiz yeniden faaliyete geçecektir. Diplomatik ilişkiler zaten kesilmemişti, ancak Burhan Köroğlu geçici maslahatgüzar olarak atandı. Bugün yola çıktılar ve yarın faaliyete geçecekler. Evet, büyükelçimiz de dahil olmak üzere, tüm büyükelçilik ekibi Şam'a gidiyor.

Bölgedeki Rusya ve İran gibi aktörler önemli. Rusya, özellikle Batı dünyasında çok konuşulan bir ülke. Esad’ın devrilmesinin ardından, Suriye'deki üslerin akıbeti merak ediliyor. Bizimle bu konuda görüşmelerimiz oldu. Ruslar, taktik olarak alanda yayılmış unsurlarını çekti ve hava yoluyla taşımayı planlıyorlar. Ancak bundan sonrası, Suriye yönetimiyle, Ruslar arasındaki görüşmelere bağlı olacak. Bu gelişmelerin nasıl şekilleneceğini takip edeceğiz.

İsrail'in Golan Tepeleri'ne yönelik müdahalesi de gündemde. İsrail, Golan'ı sonsuza kadar kendi toprağı olarak görmek istiyor ve Suriye ordusunu hedef alarak bazı tepeleri ele geçirdi. Bu durum, İsrail'in askeri stratejisini yansıtıyor. Ancak bu strateji çok tehlikeli ve büyük bir provokasyona yol açabilir. İsrail'e bu konuda uyarılar yapıldı ve provokasyonlardan kaçınılması gerektiği vurgulandı.

Amerika'nın PYD ve YPG ile olan ilişkisi, Suriye’deki son gelişmelerle paralel olarak şekillenecek. ABD, PKK'ya büyük destek verdi ancak Suriye'deki yeni durum, YPG’nin artık aynı şekilde desteklenemeyeceği anlamına geliyor. Suriye'nin toprak bütünlüğünü sağlamak isteyen yeni yönetim, YPG için zemin bırakmayacak.

Türkiye'nin YPG stratejisi, Suriye'nin kendi milli bütünlüğünü sağlama yolunda adımlar atmasına odaklanıyor. YPG'nin, bölgedeki Kürtlere ve Araplara zulmetmesini engellemek, Suriye halkının güvenliğini sağlamak için gerekli adımlar atılacaktır. Ayrıca, DEAŞ'la mücadele kapsamında, DEAŞ kampları ve cezaevlerinde tutulan savaşçılarla ilgili çözüm geliştirilmesi gerektiği de önemli bir konu. Uluslararası işbirliğiyle bu sorunların çözülmesi gerektiği vurgulanıyor.

Batılı ülkeler, kendi vatandaşlarını ve DEAŞ'lıları geri almayı tercih etmiyorlar. Bunun yerine, PKK'ya gardiyanlık rolü vererek, bölgeye maliyetler yüklüyorlar. Bu strateji artık sürdürülemez bir hale geldi. ABD ve diğer ülkeler bu sorunları daha fazla görmezden gelemez.

Suriye'nin yeni yönetimi, artık YPG'yi tanımayacak ve bölgedeki PKK unsurlarını ortadan kaldırarak toprak bütünlüğünü sağlama yoluna gidecek. Türkiye bu süreçte, güvenli bölgelere dönüşleri de gönüllü şekilde destekliyor. Suriyelilerin, güvenli ve temel yaşam koşulları sağlandıktan sonra geri dönmeleri, herkesin ortak hedefi olmalıdır.

 

 

Kommentare